Sağlık hakkı, Anayasa ve çeşitli uluslararası belgelerde korunmaktadır.
Temel hak ve özgürlüklerden olan sağlık hakkının hukuktaki inceleme alanı sağlık hukukudur. Sağlık hukukunun inceleme alanı en geniş alt dalı tıp hukukudur. İki hukuk dalı arasındaki farkı kısaca açıklamak gerekirse sağlık hukukunun inceleme alanı birey sağlığına yönelik her türlü etkileşim iken tıp hukuku bunun tıbbi boyutta gerçekleşen müdahalelerini incelemektedir.
Tıp hukuku, tıbbi uygulamaları istisnalar hariç olmak yalnızca yetkili kişiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Türk Hukuku’nda tıbbi uygulamaları yalnızca yetkili kişilerin gerçekleştireceği 6023 sayılı Türk Tabipler Birliği Kanunu’nda düzenlenmektedir. Tıbbi uygulamayı gerçekleştirmeye yetkili kişiler, sağlık hizmeti temel ilkelerine uygun hareket etmelidirler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin niteliklerinden Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen sosyal devlet ilkesi idareye sağlık hizmetini sunmada pozitif yükümlülük yüklemektedir. İlgili madde doğrultusunda Türkiye’de sağlık hizmetinin sunulmasında ana akım idarenin sağlık hizmeti sunmasıdır. İdarenin sağlık hizmeti sunması genel manada bir kamu hizmetidir.
İdare, sağlık hizmetinin yerine getirirken kamu hizmetlerinde ortak olan ilkeler doğrultusunda hareket etme yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu ilkeler kısaca süreklilik-düzenlilik, uyarlama, eşitlik ve meccaniliktir.
İnceleme konumuz olan malpraktis, süreklilik-düzenlilik ve uyarlama ilkelerine aykırı davranılmasından ortaya çıkmaktadır. Bu ilkeleri açıklamak gerekirse; süreklilik, zaman bakımından süreklilik ve nitelik bakımından süreklilik olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Bunlardan zaman bakımından süreklilik, sağlık hizmetinin kesintisiz olması, ihtiyaç duyulan her an ulaşılabilir olması iken; nitelik bakımından süreklilik, sağlık hizmetinin kaliteli sunulması, sağlık hizmetinin sunan personelin, tıbbi aracın vb. unsurların mevcudiyetidir. Uyarlama ise kamu hizmetinin çağdaş tıbbi uygulamalara uygun yürütülmesidir.
Malpraktisi tanımlamamız gerekirse, herhangi bir meslek grubunda bulunan kişinin mesleki faaliyetlerini yürütürken gerçekleştirdiği hatalı uygulamadır. Hatalı uygulamalar esasen yukarıda belirtilen kamu hizmeti ilkelerine aykırılıktan doğmaktadır.
Türk Tabipler Birliği Meslek Etiği Kuralları’nın 13. maddesinde tıbbi malpraktis, “bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi, hekimliğin kötü uygulaması” olarak tanımlanmaktadır.
Malpraktis, hekimler tarafından gerçekleştirilebileceği gibi hekim yardımcıları ve diğer sağlık görevlileri tarafından da gerçekleştirilebilir.
Malpraktisin devlet hastanelerinde görüldüğü durumlarda, sunulan sağlık hizmeti bir kamu hizmeti olduğundan bahisle idarenin sorumluluğu kusuruna bağlıdır. Hizmet kusuru idare hukuku öğretisinde belirtildiği üzere kamu hizmetinin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesinden doğmaktadır. Burada idarenin haksız fiilinden bahsetmek gerekecektir.
Devlet Hastanelerindeki Malpraktise Karşı Açılabilecek Davalar
1- İdari Yargıda İdareye Karşı Tam Yargı Davası:
Tam yargı davası 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesine göre “idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından” açılabilecektir. Malpraktisten doğan zararların tazmini için idari yargıda tam yargı davası açılması gerekmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, söz konusu davanın malpraktisin doğumuna sebep olan kamu görevlisine karşı değil de onun kamu hizmetini yürüttüğü idareye karşı dava açmalıdır. Buna dayanak olan Anayasa madde 40/2’de “kişinin, Resmî görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” şeklinde açıklanmaktadır.
Yargıtay bu hususa ilişkin verdiği bir kararda “Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Bu durumda sorumlu, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılmalıdır.” şeklinde hüküm kurmuştur. Yargıtay’ın bu kararı kanaatimce yerindedir. Çünkü malpraktisin doğumuna sebep olan kişi kamu görevlisidir ve idare söz konusu fiilden doğan zararı, kamu görevlisine göre maddi olarak daha kolay giderebilecektir.
İdareye karşı açılacak tam yargı davası sonucunda, idare zararı tazminle yükümlü tutulmuş ise zararı tazmin eden idare adli yargıda kamu görevlisine açacağı rücuen tazminat davası ile bunu
gidermektedir.
a) İdari Yargıda Açılacak Tam Yargı Davalarında Görevli ve Yetkili Mahkeme
Görevli mahkeme idare mahkemesidir. Yetkili mahkeme ise İdari Yargıma Usulü Kanunu’nun 36. maddesine göre;
“İdari sözleşmelerden doğanlar dışında kalan tam yargı davalarında yetkili mahkeme, sırasıyla:
a) Zararı doğuran idari uyuşmazlığı çözümlemeye yetkili
b) Zarar, bayındırlık ve ulaştırma gibi bir hizmetten veya idarenin herhangi bir eylemin- den doğmuş ise, hizmetin görüldüğü veya eylemin yapıldığı yer,
c) Diğer hallerde davacının ikametgahının bulunduğu yer.
İdari mahkemesidir.”
b) Dava Zamanaşımı
Tam yargı davası, idarenin işlem, eylem veya ihmali sebebiyle zarara uğrayan kişi tarafından açılmaktadır. Malpraktis, genellikle idarenin eyleminden kaynaklanmaktadır. İdarenin eylemine karşı açılacak tam yargı davalarında öncelikle idareye başvuru yapılması gerekmektedir. Söz konusu başvuru kişide meydana gelen zararın idareden tazminine yöneliktir. Bu başvurunun İYUK md. 13’e göre zararı öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl içinde her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içerisinde yapılması gerekmektedir.
Başvuru üzerine idareden gelecek kısmî veya tam red kararının tebliğ edildiği günden itibaren veya başvuruya 30 gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren dava zamanaşımı başlar.
Bu zamanaşımı ise İYUK md. 7’de belirtilen genel zamanaşımı süresidir. İdare mahkemelerinde bu süre 60 gündür.
2- Eğer ki Gerçekleştirilen Fiil Kamu Hizmeti ile Açıkça Bağdaşmayacak Nitelikte ise Fiili Gerçekleştirene Karşı Adli Yargıda Tazminat Davası
İdare hukukunda kamu görevlisinin kamu hizmetini gerçekleştirdiği sırada kamu görevi ile açıkça bağdaşmayan eylemleri ile zarara sebep olması fiili yol olarak nitelendirilmektedir. Fiili yolun oluştuğu durumlarda zarara uğrayan kişi söz konusu zararın tazmini için doğrudan kamu görevlisine karşı adli yargıda tazminat davası açabilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus kamu görevlisinin görevden ayrılan kişisel bir kusurunun olması gerektiğidir. Bunun tespitindeki ölçüt, hukuka aykırılığın gerçekleştirilen eylemin idari niteliğini kaybettirecek boyutta olmasıdır.
Bu durumlarda söz konusu zararların tazmini için adli yargıda maddi ve manevi tazminat davaları açılabilmektedir.
a) Adli Yargıda Açılacak Tazminat Davalarında Yetkili ve Görevli Mahkeme
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 16. maddesi uyarınca “Haksız fiilden doğan davalarda, haksız fiilin işlendiği veya zararın meydana geldiği yahut gelme ihtimalinin bulunduğu yer ya da zarar görenin yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir.”
Görevli mahkeme ise Asliye Hukuk Mahkemesidir.
b) Dava Zamanaşımı
Söz konusu fiillerde dava zamanaşımında haksız fiil zamanaşımı esas alınacaktır. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesinde mağdurun zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmesinden itibaren işlemeye başlayacak iki yıllık ve her hâlde haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren işlemeye başlayacak on yıllık zamanaşımı süresi öngörülmektedir.
Çitil Avukatlık Ortaklığı Blog sayfasında yer alan hukuk ve diğer konulardaki yazılar ilk sizin e-postanıza gelsin isterseniz Çitil Haber Bülteni’ne abone olun!
https://www.anayasa.gov.tr/tr/anasayfa/
EMİN ANBAR